Söyleşi: Sibil Çekmen
2023 yılında, sinema, fotoğraf, video, güncel sanat, tiyatro, performans, hukuk gibi farklı disiplinlerden sekiz kişi, Altyazı Fasikül’ün, ülkemizde etki alanı gittikçe artan ve pratikleri gittikçe keskinleşen (oto)sansür meselesini merkezine alan yeni video serisini üretmek için bir araya geldik. Kolektif bir sorgulama, tartışma ve üretme sürecinin sonunda, birbiriyle konuşan ve birbirini tamamlayan altı videodan oluşan, Görünür Görünmez: Bir (Oto)Sansür Antolojisi (2024) adlı uzun metraj belgesel ortaya çıktı.
Projenin artistik direktörü Fırat Yücel ile, prömiyerini geçtiğimiz Haziran ayında Documentarist belgesel günlerinde yapan antolojiye eşlik edecek birkaç söyleşi yayımlamaya karar verdik. Bu vesileyle, antolojide yer alan Eksik Belgeseller videosuna, Vasilis adlı belgeselinin yapım sürecinde yaşadıklarını anlatan bir mektupla katkı sunan Bingöl Elmas ile tekrar görüştüm.
Sibil Çekmen, Görünür Görünmez: Bir (Oto)Sansür Antolojisi‘nin parçası olan Eksik Belgeseller‘de Bingöl Elmas’ın yanı sıra belgesellerini seyirciyle buluşturamayan daha birçok isimle görüştü. Saat yönü: Nejla Demirci, Sibil Çekmen, Aynur Özbakır, Zana Kibar, İlham Bakır
Belgesel projesi adını, milliyetçi Karadenizli bir genç olan, askerliğini komando olarak yaparken PKK tarafından esir alındıktan sonra radikal bir değişim geçiren, Roboskî’ye yerleşip halkla birlikte adalet mücadelesi veren bir barış aktivistine dönüşen ve keşfettiği Rum kökenine ithafen ismini değiştiren ana karakterinden alıyor. Vasilis’in hikâyesi, Elmas’ın sıklıkla vurguladığı gibi, çok katmanlı ve Türkiye’de tabu olarak görülen birçok konuyu içinde barındırıyor.
Elmas, Vasilis üzerinden başlattığımız söyleşimizde, politik ve ekonomik baskılardan hem Türkiye’de hem yurtdışında kabul gören ve fon kurumları tarafından dayatılan kalıplara, daralan gösterim alanlarından belgesel sinemanın azalan izleyici kitlesine birçok konuya değinerek, 2024 yılında Türkiye’de özgürce belgesel sinema yapmaya çalışmanın bize adeta anatomisini çizdi.
Eksik Belgeseller’de de kısaca bahsettiğin Vasilis ile başlayalım istersen. Bu belgeselin hikâyesi ne zaman, nerede, nasıl ortaya çıktı?
Vasilis ile Barış Yürüyüşü’nde tanıştık. Başından itibaren, o yamacımdaki hikâyenin ne kadar güçlü olduğunun farkındaydım ve ondan ısrarla kaçıyordum. Çünkü zor, ucu bucağı olmayan, çok katmanlı bir hikâyeydi. Ama bir şekilde, kendimi o hikâyeyi yaparken buldum. Ülke gündemi ne kadar çılgın, hareketli ve kaotikse ve ne kadar altüst oluşlar içeriyorsa, Vasilis’in hikâyesi de öyle. Vasilis’i çeken kişiler olarak, biz de onunla birçok şey yaşadık. Ülke siyasetinin günlük hayatları alt üst ettiği, belirsizlikle dolu zamanlardı: çatışmalar, gerilimler, göz altılar, hapis… Roboskî’de yaşayan Vasilis’i takip etmek de tüm bu olanların göbeğinde yer almak anlamına geliyordu.
Belgeseli yapılamama noktasına getiren başlıca engeller nelerdi, biraz açabilir misin?
Doğduğu kasabada Vasilis ile dolaşmak ve çekim yapmak her an bir müdahaleye uğramak demekti çünkü daha ilk gün kapı komşusu “Siz kimsiniz, bizi onunla niye çekiyorsunuz, bizi terörist mi göstereceksiniz?” diyerek çekime müdahale etmişti. Yine Adıyaman’da asker, aynı zamanda birlikte esir düştüğü arkadaşı, Vasilis ile dışarıda görünmek istemedi ve biz tüm çekimi, bir otel odasında yapmak durumunda kaldık.
Ülke gündeminde olan her şeyin karakterimizin hayatına bir yansıması oluyordu. Roboskî’de yaşadığı dönemde, çekim yapmaya gittiğimizde çok gerilimli zamanlardı, Roboskîliler bizi misafir ediyordu. Ekiple misafir olmanın mahcubiyetini hissediyorduk ama başka da bir çözüm bulamamıştık. Hem ekibi hem de misafir edenleri zorlayan bir süreç oldu. Çekim sırasında köylülerin de tanımadığı bir araç yanımızda durdu ve arabadan inenler hiçbir şey demeden tehditkâr bir şekilde baktılar. Herkes tedirgin oldu. Barış için uğraşan bir aktivisti çekmeye gelen bir belgesel ekibi olarak nedenini bildiğimiz ama anlayamadığımız bir şekilde gerilim unsuruna dönüştük. Çekime gittiğimiz ilk gün Vasilis gözaltına alındı. Çekim dönüşümüz, barış masasının devrildiği ve ablukanın başladığı âna denk geldi. Memurlar kenti boşaltıyor, Şırnak’a askerî yığınak yapılıyordu.
Barış süreci ortadan kalkınca barış mücadelesi verenler de hedef haline geldi ve bunlardan biri de Vasilis oldu. Onu, tutukladılar. Bir anda kendimizi mahkûm yakını olarak bulduk. Bunun bizim için diğer bir anlamı da ne olacağını bilmeden beklemek… Bu yıllarca sürebilirdi ve nitekim Vasilis yaklaşık bir buçuk yıl sonra hapisten çıkabildi. Roboskî’de altı yıl yaşayan ve mücadele veren Vasilis’i devlet Roboskî’de barındırmadı. Yersiz yurtsuz, kendine Haymatlos diyen Vasilis, tutuklanma riski olan davalarla baş başa kaldı. Bu süreç de eziyetli, uzun, riskli ve sonu belirsiz bir mültecilik girişimi ile sonuçlandı. Tüm bu zamanlarda ona eşlik etmek, onu çekmeye çalışmak başlı başına bir gerilim ve mücadele demekti. Son olarak arşiv görüntülerini toplama sürecinden bahsedebilirim. Onun esir olduğu zamana ait ve film için temel olan arşivin peşine düşmek, onu edinmek bir risk teşkil ediyordu. Bir arşiv materyalinin sakıncalı olması akıl almaz bir şey. Biz aslında sadece bir barış aktivisti, vicdani retçinin filmini çekiyorduk ama bir kez daha, yaşadığımız ülkedeki mayınlı tarlalardan birinde dolaştığımızın farkına vardık. Bu süreç, birçok yönden mücadele gerektiren, yorucu bir süreç oldu.
Vasilis belgeselinden
Eksik Belgeseller için yazıştığımızda, işin ayrıca ekonomik boyutuna da değinmiş, böyle bir projeye fon aramanın çölde su aramaya benzediğini söylemiştin.
Benim bu belgesele burada finansman bulmam imkânsızdı. Kimse, içinde Türkiye için tabu olan bu kadar konunun olduğu bir hikâyeye girmek de istemez, destek de olmaz. Bu ekip için de geçerli. Mesela sesçi ya da kurgucu arıyorsun. Var ama yok. İnsanlar ilgileniyor ama yapmak istemiyor. Bunun adı bazen zamansızlık, bazen başka bir şey oluyor. Anlayamıyorsun bir türlü.
Türkiye ayağı böyle, ama yurtdışı pitching platformları ile ilgili deneyimin ne yönde oldu?
Yurt dışındaki fonlara memlekette neler olduğunu tarif etmek çok zor, çünkü bu kadar farklı katmanı olan hikâyeler, onlara anlaşılmaz geliyor. Sadece karakterin kahraman oluşuyla, korkusuzluğuyla ilgileniyorlar. Batı sinemasının her hikâyeyi bir kalıba uydurma çabası var. Karakterin ağladığı, acı çektiği anlar görmek istiyorlar… Aksiyon sinemasına fazlasıyla özenen bir form var. Bütün hikâyeleri bu formda görmek istiyorlar. Halbuki ben, hikâyenin arka planındaki tarihi, politik atmosferi, neden-sonuç ilişkisini de tarif etmek istiyorum. Sadece Batı’nın sevebileceği bir film yapmak istemiyorum. O yüzden, bakıyorsun, dünyanın her yerinde benzer insanlar, benzer hikâye formlarıyla dolanıp duruyor. Sen de bu network‘e girmek için uğraşıyorsun. Oralara gitmek için harcadığın para, o filmi bitirmeye yetecek bir para. O network‘e dahil olmak için ayırdığın zaman, filme ayırdığın zamandan çalınıyor. Biraz bunun yorgunluğu da var. Bu işin ekonomisini ya da içeriğiyle ilgili birtakım ortaklaşmaları yaratmak için verdiğin uğraşın kendisi de başlı başına bir eziyete dönüşüyor. Ben, bu filmi bir Karadenizliye izletmeyi arzu ederek yola çıktım. Çünkü o kamplaşmış, insanların birbirlerini dinlemedikleri duymadıkları, izleyicilerimizin de gettolaştığı ortamda, yine kendi kendimize bir şeyler anlattığımız filmler yapmak ya da ödül için film yapmak istemedim. Bunun başka kapılarını aralamaya çabaladım ama bu hem dönemsel olarak hem politik olarak hem de ekonomik olarak o kadar da kolay değil. O yüzden, belli bir noktada bazen durmak gerekiyor.
On yıl boyunca üzerinde çalıştığın bu proje hangi noktada kaldı peki?
Ebrahim Saeedi adlı şahane bir İranlı yönetmen, kurgucu ile çalıştım. Filmin içerik olarak yeterli olduğunu düşündüğüm, ses ve renge doğru gidebiliriz dediğim bir noktadaydık, dolasıyla yine bir finans ihtiyacı söz konusu oldu. Ama her şeyden öte, asıl mesele, filmi gösterecek yer bulma meselesi. Ben bu belgeseli Türkiye’de, özelinde Karadeniz’de göstermek istiyorum ama bu koşullarda, bunu yapmanın pek de olanağı yok. Bu, beni düşündüren ve öfkelendiren bir şey. Bir çıkış yolu bulmak için de beklemeye ve anlamaya ihtiyacım var. Zaten çok riyakâr bir zamandayız. Savaşları körükleyip, mülteciler yaratıp, o mülteciler üzerinden para kazanan bir takım ülkeler var. O savaşlardan sağ çıkmayı başarmış insanların öykülerinin filmlerini yapma işini de bize bırakıyorlar. Ve sonra en acılı hikâyeyi en iyi şekilde anlatan bizlere ödüller veriyorlar. İdealist duygularımızla bunun herhangi bir parçasında yer alma olasılığı beni dehşete düşürüyor. Bu sistemin parçası olmaya itirazım var. Bütün bunları ne için yaptığımızı her zamankinden daha fazla düşünmeliyiz. Yani düşman ve terörist yaratmak bu kadar kolayken, hedef haline gelmenin kısır döngüsünü kırmanın yolları üzerine düşünmeliyiz. İktidarın her şeyi kullanılabilir hale getirdiği, gerçekliğin tarumar edildiği bir zamanda dirençli olmak gerek. Hakikatin bükülmediği ortamlar inşa etmek, sadece iyi filmler yapmak için değil, insanca bir yaşam için de uğraşmalıyız
Türkiye’deki gösterim mecraları meselesini biraz açmak ister misin?
Ben izleyiciyle, festivallerden çok özel gösterimlerde buluştum. Evcilik’in ve Pippa’ya Mektubum’un gösterilmediği köy-kent yok. Bu benim daha çok işe yaradığını düşündüğüm bir gösterim yöntemi. Çünkü sinemaya, kariyer odaklı bir yerden bakmıyorum. Aynı zamanda etki alanıyla da ilgileniyorum. Şu anda, filmlerimizi göstermek istediğimizde, belediye başkanı, rektör, STK yöneticisi gibi birtakım otoriteler, filmi önceden görmek istiyor. Ve biz, bunu kabul etmiyoruz. Çünkü bu, başka bir dayatmayı kabul etmek anlamına gelir. O yüzden, o gösterim imkânları ortadan kalktı. Bu alanları yeniden inşa etmekte ısrar etmeliyiz.
Vasilis belgeselinden
Mekânlardan sonra seyirci meselesine de değinelim mi?