Kıbrıs 50 yıldır işgal altında

Türkiye, Kıbrıs’taki Türk azınlığını koruma gerekçesiyle 20 Temmuz 1974’te adaya askeri müdahalede bulundu. Bu müdahale, Kıbrıs Barış Harekatı olarak adlandırılsa da, aslında olan işgaldi.

Pontos Gerçeği

Temellerini ırkçılık, sömürgecilik ve talan üzerine kuran Türkiye, cumhuriyet tarihi boyunca da bu anlayışını sürdürdü. Tarihi “fetihler” üzerine kurulu Osmanlı’nın son döneminden alınan miras, Misak-ı Milli içerisinde Türk, Müslüman ve Sünni olmayan herkesin ya temizlenmesi ya da asimile edilmesi ile devam ede geldi. 1915 Süryani ve Ermeni soykırımı, 1919-1923 Pontos Rum soykırımı, 1921 Koçgiri katliamı, 1937-38 Dersim tertelesi, 1922 Küçük Asya Rum katliamı, 1934 Yahudi Pogromu, 1945 Varlık Vergisi, 6-7 Eylül 1955, 1964 sürgünleri, 1978 Maraş, 1980 Çorum ve 1992 Madımak katliamları ülkenin bir bütün tarihini gözler önüne seriyor.

Rum, Ermeni, Laz, Hemşin kimliklerini asimile eden devlet aklı, sömürge mantığı ile baktığı Kürdistan’ın ise madenlerine, ormanlarına, nehirlerine el koydu. 1974’te Kıbrıs’ı işgal eden Türkiye, “Yeni Osmanlıcılık” vurgusu yapılan AKP döneminde ise Kürt topraklarını bir bir işgal etti. 2011 Suriye iç savaşı ile birlikte Kürtlerin statü kazanmasının önüne geçmek için Efrîn, Mare, El-Bab, Azez, El Rai ve İdlip’i işgal edilirken, buralarda karakol, postana, okul ve birçok resmi kurum açıldı. Nüfusu Kürt ve Araplardan oluşan bu şehirlerde Türkçeyi yaygınlaştırdı, asimilasyonu kendi toprakları dışına taşıdı. Bu topraklarda asimilasyon yapılırken bir yandan da Efrin’in zeytini ve diğer kentlerin kaynakları da yağmalandı. Son olarak ise yıllardır hava saldırıları düzenlediği Federe Kürdistan Özerk Bölgesi’ne yerleşmeye başlandı ve bölgede karakollar inşa edildi. Sanal medyaya yansıyan görüntülerde Türk askerlerinin bölgede kimlik kontrolü yaptığı görülürken, askerlerin 15 kilometre kadar içeri girdiği görülür.

Kıbrıs Tarihi

Kıbrıs Adası’na ilk yerleşimin M.Ö. 10000 yıllarını bulduğu tahmin edilirken, adanın güneyinde yapılan arkeolojik kazılarda ilk insan yerleşimcilerinin Cilalı Taş Devri döneminde M.Ö. 9000 yıllarında bazı yapılar bıraktıkları görüldü. İlk yerleşimcilerin Anadolu’dan geldiği M.Ö. 7000 tarihlerinde de Filistin, Lübnan ve Suriye’den insanların da adaya geldiği biliniyor.[1] Tunç Çağı ilk yerleşim izleri de Lapta’da görülmüş ve Pigades Tapınağı, Tumba Tu Skuru Mezarları, Karmi Tunç Çağı Mezarlığı, Enkomi Tapınağı bu devrin en önemli yapıtlarından birkaçıdır. Ayrıca Mağusa’nın kuzey doğusunda kalan “Enkomi” kalıntıları bu çağda gelişen ticaretin merkez şehirlerinden biri olmuştur.[2]

İdari yapısı M.Ö. 1500 yıllarına kadar bağımsız kent devletlerinden oluşan ada, MÖ 1500-1450 yıllarında Mısır İmparatorluğu tarafından işgal edildi. M.Ö. 1320’ye kadar Hititler ve Mısırlıların mücadelelerine sahne olduktan sonra Hititler, M.Ö. 1200’lü yıllara kadar Kıbrıs’ı kendi idaresi altında tuttu. Bu dönemde Hitit uygarlığı adayı sürgün alanı ve bakır ihtiyaçlarını karşılamak için kullandı.[3]

Mısır firavunu III. Ramses döneminde yeniden Mısır tarafından alınan ada da bu dönemde Anadolu ve Ege adalarından gelenler tarafından koloniler kuruldu ve M.Ö. 1000 senelerinde bu kolonilerin birçoğunu elinde bulunduran Fenikeliler, adanın tamamında hâkimiyeti sağladı. Ada, M.Ö. 709’da Asurlular tarafından işgal edildi, Kıbrıs’ta bulunan koloni yönetimleri bir araya gelerek Asur hakimiyetini tanımış ve yaptıkları anlaşma ile vergi vermeye başladı.

Asurlurın adadan geçilmesi ile birlikte M.Ö. 669-M.Ö. 570 tarihlerinde bağımsız olan ada, tekrar Mısırlıların işgaline uğradı. Pers Kralı II. Kambises’in M.Ö. 525’te Mısır’ı ele geçirmesiyle birlikte ada bu sefer Pers hâkimiyetine girmiş oldu. Ağır vergiler yüzünden birçok kez koloni (veya krallık) yönetimleri ayaklanmıştır. Makedonyalı Büyük İskender’in M.Ö. 333’te Perslere karşı kazandığı İssus Savaşı’ndan sonra Kıbrıs’ta, Antik Yunanistan hâkimiyeti başlamış ve Büyük İskender, krallıklara kuşatma sırasında yardımcı oldukları için özerklik tanımıştır. [4]

M.Ö. 323 yılında Büyük İskender’in ölmesi ve Makedonya İmparatorluğu’nun parçalanmış ile ada Ptolemaios Hanedanlığı’nın egemenliğine girdi. Pitolemeler döneminde Kıbrıs, yarı bağımsız statüsüyle Mısır’a bağlandı. M.Ö. 30’da ada tekrar Roma Cumhuriyeti’nin hâkimiyetine girdi. M.Ö. 22’den itibaren Roma İmparatorluğu’nun senatolu eyaleti oldu. M.S. 394 yılında Roma’nın bölünmesi ile birlikte ada Bizans İmparatorluğu’nun Fenike, Filistin, Suriye ve Kilikya’ya bağlı bir ili hâline getirildi. Bizans hâkimiyeti ile Kıbrıs Adası’nda büyük değişiklikler meydana geldi. Hristiyanlığın doğuşunda bu dini ilk kabul eden Roma vilayetlerinden biri oldu ve Kıbrıs Ortodoks Kilisesi kuruldu. [5]

MS 654’te Emeviler tarafından saldırıya uğrayan ada, Arapların kontrolüne geçti. 688’de Bizans İmparatoru II. Justinianos ile Emevi Halifesi I. Abdülmelik, arasında yapılan anlaşma gereği adada her iki tarafında atadığı valiler tarafından kurulan özerk bir yönetim oluşturulurken, Kıbrıs Adası 688’den 868’e kadar bir Kıbrıs Arap-Bizans Kondominiyumu olarak idare edildi. 638’de Bizans imparatoru olan I. Basileios Araplara karşı açtığı savaşı kazandı fakat adada Bizans dönemi çok kısa sürdü ve ada tekrar Emevilerin eline geçti. Ancak Bizans İmparatoru II. Nikiforos döneminde geri alınan ada, 966 ile 1191 arasında imparatorluk tarafından idare edildi.

1191’de yapılan Üçüncü Haçlı Seferi sırasında ada, İngiltere Kralı I. Richard tarafından ele geçirildi. Fakat ada halkının ayaklanması üzerine ada, Tapınak Şövalyeleri’ne satıldı. Bu yönetimden de memnun olmayan Kıbrıs halkları 1192 tarihinde Beşparmak Dağları’nda isyan etmeleriyle ada üzerinde daha fazla kalamayacaklarını düşünen Tapınak Şövalyeleri, adayı I. Richard’a geri verdi. I. Richard, Kudüs Kralı Guy de Lusignan’ı Kıbrıs Krallığı’na getirdi. Guy de Lusignan, Filistin’den getirdiği adamları ile Lüzinyan Hanedanlığı’nı kurarak yaklaşık 300 yıl Kıbrıs’ın bu hanedanlık tarafından yönetilmesini sağladı. Kıbrıs Krallığı 14. yüzyılda Cenevizli tüccarların eline geçti. 1426 yılında Memlüklüler adayı kendilerine bağladılar. 1489’da da son kraliçe Caterina Cornaro’nun adayı Venediklilere satmasıyla Kıbrıs Krallığı son buldu. [6]

Kıbrıs 1571 yılında Osmanlı İmparatorluğu tarafından işgal edildi ve Antik Çağ’dan beri ilk kayda değer nüfus değişimi başladı. Osmanlılar, adanın imar ve iskânı için, 21 Eylül 1571 tarihli Padişah fermanı ile Karaman Eyaleti’nin belli şehir ve köylerinden adaya mecburi iskan yapılması kararlaştırıldı ve adaya Türkler yerleştirilmeye başlandı. Dört sancağa (Lefkoşa, Mağusa, Girne ve Baf) bölünen Kıbrıs, bir eyalete dönüştürüldü ve adada Karaman Eyaleti kanunlarının yürürlüğe konulması kararlaştırıldı. [7]

4 Haziran 1878 yılında imzalanan Kıbrıs Sözleşmesi ile Osmanlı adayı 92.799 sterlin karşılığında Birleşik Kralık’a kiralandı. Anlaşmaya göre adada Osmanlı mülkiyeti devam ediyor, fakat ada yönetimi Birleşik Krallık’ta olacaktı. Ancak I. Dünya Savaşı’yla birlikte Birleşik Krallık adayı 5 Kasım 1914’te ilhak edip adaya vali atadı. Türkiye, 24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan Barış Anlaşması’nın 20. maddesinde Kıbrıs’ın İngiltere tarafından ilhakını tanıdı. Bu anlaşmadan sonra Türkiye, Kıbrıs üzerindeki tüm haklarından vazgeçti. İngiltere 10 Mart 1925’te Kıbrıs’ı “Taç Kolonisi” (Kraliyet Sömürgesi) yaparken, adaya ilk konsolusu da Türkiye Cumhuriyeti atadı.[8 

ENOSİS

Adanın İngiliz sömürgesine kesin anlamda geçmesiyle birlikte, ada halkı İngiltere sömürgeciliğinden ve emperyalizmin savaş üssü olmaktan kurtulmanın Enosis ile mümkün olacağını savunmaya başladı. Her ne kadar Kıbrıslı Rum toplumu içerisindeki Enosis – Yunanistan’ile birleşme – talepleri siyasal kampanya bakımından güçlendiği 1950’li yıllarda ortaya çıksa da bu yıla özgü bir durum değildir. Enosis fikriyatı 1821’deki bağımsızlık savaşının ardından doğan bağımsız Yunan devletinin inşa süreci ile şekillendi. Yunan ulus-devletinin inşa süreci, Yunan adalarının birer birer Yunanistan ile birleşmesini sağladı ve Kıbrıslı Ortodoks Rumları da etkisi altına aldı. [9]

1925’te Kıbrıs’ın resmen sömürge ilan edilmesi sonrası Enosis devam ederken Ekim 1931 Olaylarına kadar Enosis için çeşitli çalışmalar yürütüldü. Bunlar içerisinde ön plana çıkan, Kavanin Meclisi’nin boykot edilmesi, Enosis talebi ile toplanan imzaların İngiliz Yüksek Komiseri’ne teslim edilmesi ve Sömürgeler Bakanlığı’na gönderilen muhtıralardı. Ancak İngiltere, Kıbrıslı Rumların Enosis taleplerini her defasında reddetti.[10] İngiliz Sömürge Yönetiminin uyguladığı ağır vergi politikalarını doğrultusunda hazırlanan Gümrük Vergisi ve Gelirleri Yasa Tasarısı’nın 28 Nisan 1931 tarihinde Kavanin Meclisi’nde reddedilmesi üzerine, Sömürge Yönetimi yasayı zorla uygulamak istedi. Bununla birlikte İngiliz sömürge yönetimine karşı Kilise önderliğinde, Enosis talepli eylemler başladı. Bu eylemler sırasında 21 Ekim 1931’de İngiliz valisinin konağı yakıldı ve eylemler tüm Ada’ya yayıldı. Sömürge Valisi eylemleri şiddetle bastırırken, eylemlere katılan birçok kişi ya tutuklandı ya da ada dışına sürgüne gönderildi.[11] Enosis talebini bastırmak için Yunan tarihi dersleri, millî şiirlerin öğrenilmesi ve benzer şarkıların söylenmesi yasaklandı, öğretmen atamaları, ders kitaplarını ve müfredatı belirleme yetkisi İngiliz Sömürge Valisinin yetkisine verildi. [12]

Bunlarla sınırlı kalmayan İngiliz Sömürge yönetimi, Enosisin önüne geçmek için bölgeler arasındaki farklı kimlikleri kışkırtacak olan yeni bir yapı kurmak istedi. Sömürge Valisi Sir Richmond Palmer Londra’ya gönderdiği 23 Ekim 1936 tarihli bir raporda şöyle diyordu: “Bizim Kıbrıs’ta gelecekte de bir siyasal rahatlığımız olabilmesi için Adanın yönetimi, istisnalara da yer verecek şekilde, bölgeler temeli üzerinde sürdürülmelidir. Böylece Kıbrıs ulusçuluğu kavramı – ki Enosis aşınmış bir değer durumuna geldiğinde bu yeni kavramın yükselişi kaçınılmaz olacaktır – mümkün olduğunca uzak bir geleceğe itilip karanlıkta bırakılabilecektir.” [13]

2. Dünya Savaşının başlaması ile birlikte İngiltere sömürgelerinde yumuşama dönemine geçerken, Kıbrıs’ta da daha önce yasaklar nedeniyle kurulamayan sendikalar kuruldu, yayınlara özgürlük getirildi. Kapatılan KKP’nin devamı olarak 14 Nisan 1941’de AKEL kurulurken, aynı dönem Enosis İçin Ulusal Parti (KEK) de kuruldu. 1953’te yapılan seçimlerde Lefkoşa Belediye Başkanlığını Enosis yanlısı KEK partisinin başkanı Dr. Dervis Gigi kazandı.

Bu yumuşamaya rağmen 2. Dünya Savaşının getirdiği ekonomik yıkım nedeniyle, Afrika ve Orta Asya ile birlikte Kıbrıs’ta da İngiltere sömürgeciliğine karşı olan tepki yükseldi. Bununla birlikte İngiltere BM tarafından karar altına alınan “halkların kendi kaderlerini tayin hakkı” ilkesine dayanarak sömürge politikalarında geri adım atmaya karar verirken, 14 Şubat 1947’de Filistin sorunuyla ilgili sorumluluklarını BM’ye aktaracağını, 20 Şubat’ta ise Hindistan’ın bağımsızlığını tanıyacağını ilan etti. İngiliz askerleri, II. Dünya Savaşı sonrası Süveyş Kanalı hariç Mısır’dan da çekilirken, yaşanan tüm bu gelişmeler İngilizler için Kıbrıs’ın stratejik önemini daha da arttırdı. Tüm sömürgelerini kaybeden İngiltere, Kıbrıs’ta ki varlığını sürdürmek ve askeri üslerini Ada’ya kurmayı hedefledi. Bunun için 1947 yılında bir tür özerklik öngören anayasal önerilerde bulunarak, Kıbrıslılara Kurucu Meclis için aday gösterme çağrısı yaptı. Buna karşı Kilise önderliğinde ki politik hat, sömürge yönetimi ile anayasal konularda her türlü iş birliğini reddettiğini ve talebinin sadece Enosis olduğunu açıkladı. Komünist AKEL ise konferansta onaylanan karar ile Enosis, Kıbrıs’ı, İngiliz sömürgesi olmaktan kurtaracağı ve Orta Doğu halklarına karşı bir üs olarak kullanılmasını engelleyeceği için ilerici bir adım olarak gördü. Yunanistan’daki monarko-faşist yönetim önemsenmemesi gerektiğini belirten AKEL konferansı, bu yönetimin günlerinin sayılı olduğunu vurguladı. [14]

AKEL, 23 Kasım 1949 tarihinde Birleşmiş Milletlere gönderdiği mektupta, self determinasyon ve BM gözetiminde Enosis plebisiti (halk oylaması) yapılmasını talep etti. Kilise ise harekete geçerek 8 Aralık 1949 tarihinde Enosis için plebisit (halk oylaması) yapılacağını ilan eder. Bunun üzerine AKEL, kendi önerisini geri çekerek, Kilise’nin düzenleyeceği plebisit destekle. Kıbrıs Türk liderliği, Enosis için plebisit girişimine karşı cephe alırken, 15 Ocak 1950’de başlayıp 22 Ocak 1950’de tamamlanan plebisite Kıbrıslı Rumların yüzde 96’sı onay verdi. Fakat İngiliz Sömürge Yönetimi’nin plebisit sonuçlarını tanımadığını açıkladı. [15]

Kition Piskoposu Makarios’un, III. Makarios sıfatı ile 20 Ekim 1950’de Başpiskopos olması ile birlikte, Enosis mücadelesi de ivme kazandı. Makarios, Kıbrıs sorununu BM’ye taşımak, uluslararası toplumun gündemi haline getirmek ve “Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı” ilkesine dayanarak Enosis’i gerçekleştirmek için mücadele etti. O dönemin Yunanistan hükümetinden istediği desteği bulamayan Makarios, silâhlı mücadele stratejisini devreye soktu. Makarios, X örgütü lideri Yorgos Grivas ile iletişime geçerek onu Kıbrıs’a çağırır. Grivas, Kıbrıs’ı ziyaret ederek 10 Temmuz 1951’de Makarios ile Lefkoşa’da görüşür ve silâhlı mücadele hazırlığına katılmayı kabul etti.

Makarios, aynı amanda diplomatik mücadeleyi de sürdürürken, Yunanistan’da 1952’de yönetimin değişmesi ile birlikte, yeni yönetim BM’ye başvurarak Kıbrıs’ın kendi kaderini tayin hakkını kullanmasını istedi. Bu talebin sonuçsuz kalması üzerine Başpiskopos Makarios ve Grivas tarafından kurulan EOKA, 1 Nisan 1955’de İngiliz Sömürge Yönetimine karşı silâhlı eylemlere başladı. Ülke genelinde çeşitli eylemler düzenleyen EOKA, Kıbrıs Radyo Yayın Kurumu’nu da bombaladı. Bu saldırıların ardından Enosis yanlısı Rumlara yönelik birçok tutuklama gerçekleşti. [16]

Nüfus

Kıbrıs’ın tüm nüfusu için resmi bir sayımın yapıldığı son yıl olan 1960’ta adada 573,566 kişi yaşıyordu. Resmi tahminlere göre 441,568 Kıbrıslı Rum, 3,627 Ermeni, 2,706 Maronit (1960 Anayasası hükümlerine göre gelecekte bu iki grup Kıbrıs Rum toplumunun bir parçası olarak sayılacaktı), 103,822 Kıbrıslı Türk ve 24,408 diğer (çoğu yabancı) nüfus bulunmaktaydı.

Hükümet istatistiklerine göre 1960 yılında Kıbrıslıların yüzde 81,14’ü Kıbrıslı Rum (Ermeniler ve Maronitler dahil), yüzde 18,86’sı ise Kıbrıslı Türk’tü.

Kıbrıs Cumhuriyeti istatistiklerine göre 1988’de tüm adanın nüfusu 687,500, hükümet kontrolündeki bölgenin nüfusu ise 562,700’dü. Ada nüfusunun 550,400’ünün (yüzde 80,1) Kıbrıslı Rumlardan (6,300 Ermeni ve Maronit dahil), 128,200’ünün (yüzde 18,6) Kıbrıslı Türklerden ve 8,900’ünün (yüzde 1,3) diğer gruplara (çoğunlukla İngiliz) mensup kişilerden oluştuğu tahmin edilmiştir.

Bugün ise 1.268.689 kişi Kıbrıs Cumhuriyeti’nde yaşarken, işgal altındaki topraklarda yaşayanların sayısı 380 bin civarında. Bu sayının 50 bine yakını yerli iken 300 binin üzerindeki insan ise Türk ordusunu oluşturan askerler ve 1974 sonrası Türkiye’den gelmiş kişilerden oluşuyor.

EOKA, TMT

TMT, Türkiye Cumhuriyeti tarafından Sovyetler’den gelebilecek bir komünist tehdide karşı kurulduğu iddia edilen kontra bir örgüttür. EOKA’nın Enosis siyasetine karşı olduğu iddia edilen birçok kanlı eylemin failidir. Türkleri Rumlara karşı kışkırtmak için cami yakmaktan, Türk enformasyon bürosu bombalamaya, sendikacı katliamlarına kadar birçok terör eylemi yapan TMT Türk istihbaratınca Kıbrıslı Türkleri koruma amacı güden kahraman bir yapılanma olarak servis edilmektedir.

TMT ajanları tarafindan Ahmet Sadi’ye karşı olan süikast girişiminden birçok Kıbrıslı Türk sendikacı veya aydın kesim süikast girişimine uğradı. 5 Haziran 1958’de öldürülen Ahmet Yahya (Kıbrıslı Türk) atletizm ve kültür merkezi yöneticilerindendi.

” 11.4.1964’te Larnaka’ya giderken Kıbrıslı Rum Kostas Mişaulis ile birlikte katledilen Rum-Türk dostluğunun cesur savunucusu sendikacı lider Derviş Ali Kavazoğlu da TMT’nin kurşunlan ile can veren Kıbrıslı Türkler arasında yer almakta ” ( Pantelis Varnava- Kıbrıslı Rum ve Türklerin Ortak İşçi Mücadeleleri )

Yine resmi tarihe baktığımızda terörist ilan edilen EOKA eylemleri Kanlı Noel’le anılır. 1963 Noel’inde EOKA silahlı eylemlerine başlar. Çok tartışılan ve Türk tarafınca propaganda aracı olarak kullanılan “Küvet Katliamı” da aynı döneme aittir.

TMT, 1958 1 Mayısının ardından bir bildiri yayımlayarak, Kıbrıslı Türklerin örgütlü olduğu PEO’dan istifa etmelerini ister. Etmezlerse, Rumlarla iş birliği yaptıkları varsayılarak cezalandırılmakla tehdit edilmişlerdir. O tarihten sonra da dönemin Türkçe gazetelerinde, işçilerin PEO’dan istifa haberlerine geniş yer verilir.

Bunların akabinde, 24 Mayıs tarihinde İnkilapçı Gazetesi’nin Yazı İşler Müdürü Fazıl Önder öldürülür. Diğer ilerici Kıbrıslı Türkler de (özellikle Lefkoşa ve Limasol’da) öldürülmeye devam etti. 1 Mayıs 1958’in sonrasında Kıbrıs’taki faşistlerin Kıbrıslı solcuları hedef aldığı ve 1 Mayıs eylemine katılan işçileri planlı bir şekilde katlettiği tarih olarak da kayda geçebilir

1. Londra Konferansı

Yunan İç Savaşı’nın ardından Yunanistan’ın batı kampında sağlam bir şekilde yer alması, bazı gözlemcileri, Yunan ve Kıbrıslı taleplerine olumlu yanıt verilip verilmemesi gerektiğini sorgulamaya yöneltti. Bu talepler arasında enosis (Yunanistan ile birleşme) de bulunuyordu ve daha güçlü bir Yunanistan’ın komünizme karşı mücadelede faydalı olacağı düşünülüyordu. Ancak, İngiltere bu talepleri reddetti ve Kıbrıs Rumları tarafından yapılan referandumda %96,5 oranında enosis lehine oy çıkmasına rağmen bu talepleri göz ardı etti. İngiliz hükümeti, Kıbrıs’ın stratejik önemini vurgulayan bir Genelkurmay raporu talep etti ve Kıbrıs’ın hava üssü ve garnizon olarak önemli bir rolü olduğunu belirtti. Limassol’daki belediye meclisinin ‘Churchill Caddesi’ni ’28 Ekim Caddesi’ olarak değiştirmesi gibi olaylara sert tepki gösterildi ve ilgili belediye meclisi üyeleri hapse atılarak yerlerine vali tarafından atananlar getirildi[17].

Makarios III’ün 1950’de Kıbrıs Başpiskoposu seçilmesi ve referandum sonuçlarını kullanarak Yunan hükümetine baskı yapması, gerilimi artırdı. Yunan hükümeti, 1951’de İngiliz-Yunan ortak yönetimi önerisi sundu, ancak bu teklif reddedildi. İngiltere’nin uzlaşmaz tutumu, İngiliz-Yunan ilişkilerinde ciddi bir hayal kırıklığına yol açtı. Dışişleri Bakanı Eden, 1953’te Yunan başbakanına Kıbrıs konusunda tartışılacak bir şey olmadığını söylediğinde, Yunan hükümeti enosis’i teşvik etme konusunda tam özgürlüğe sahip olduklarını belirten bir açıklama yaptı. 1954’te bir Kabine belgesi, Kıbrıs’ın stratejik önemini korumak için Yunanistan ile ilişkilerde bozulma olasılığını kabul etmesi gerektiğini belirtti. Eden, durumu daha da netleştirerek, “Kıbrıs yoksa, petrol tedarikimizi korumak için gerekli tesisler de yok. Petrol yoksa, İngiltere’de işsizlik ve açlık var. Bu kadar basit.” şeklinde bir açıklama yaptı. Diplomatik tartışmalar artık bir diplomatik savaşa dönüşmüştü[18].

1955 yılında Kıbrıs sorunu, jeopolitik çıkarların karmaşık etkileşimi, Soğuk Savaş dinamikleri ve yerel milliyetçi hareketlerin etkisiyle dramatik bir şekilde tırmandı. 1878’den beri Kıbrıs’ta sömürgeci güç olarak var olan İngiltere, değişen küresel gerçeklerin etkisi altında giderek artan bir baskıyla karşı karşıya kaldı. ABD, sömürgecilik karşıtı ideallerle Soğuk Savaş stratejik çıkarlarını dengelemeye çalışırken, İngiltere’nin Kıbrıs konusundaki tutumunu Doğu Akdeniz’de istikrarsızlık kaynağı olarak görmeye başladı. İngiltere, Amerikan desteğini hem sömürgecilik politikalarını sürdürmek hem de bölgedeki Sovyet etkisini dengelemek açısından hayati önemde görüyordu. Kıbrıs’ın stratejik önemi, Soğuk Savaş jeopolitiği bağlamında daha da arttı. Türkiye’nin Batı güçleriyle daha yakın ilişkiler kurmasıyla birlikte, Türkiye’nin Kıbrıs meselesine olan ilgisi ve etkisi derinleşti. Sovyetler Birliği’nin Doğu Akdeniz’deki etkisini artırma çabaları, Batılı güçler için önemli bir endişe kaynağı olarak ortaya çıktı ve bu durum Kıbrıs meselesinin uluslararası boyutunu daha da karmaşık hale getirdi[19].

Sonuç olarak, 1955 yılında Kıbrıs sorunu, İngiltere’nin sömürgeci politikaları, Soğuk Savaş’ın küresel dinamikleri ve bölgesel milliyetçi hareketlerin karmaşık etkileşimiyle derinleşen bir kriz haline geldi.

Londra Konferansı, Kıbrıs sorununun çözümünü arayan ilk büyük uluslararası girişimlerden biriydi ve 29 Ağustos – 7 Eylül 1955 tarihleri arasında düzenlendi. Konferansa Britanya, Yunanistan ve Türkiye temsilcileri katıldı. Kıbrıs üzerindeki kontrolün geleceği tartışıldı, bu toplantı, Kıbrıs Rumlarının, Enosis arzusunu gerçekleştirmek için diplomatik bir platform sunması açısından önemliydi.

Bu konferansın en önemli amacı, İngiltere’nin sömürgesi olmaktan çıkıp Enosis’i gerçekleştirmek ve Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleşmesini sağlamaktı. Ancak Britanya’nın stratejik çıkarları ve Türkiye’nin talepleri nedeniyle bu amaç gerçekleşemedi. Britanya, Kıbrıs’ın akdenizdeki konumu ve orta doğuya olan yakınlığı sebebiyle kendisi için stratejik bir üs olmasını istiyordu ve bu nedenle adadaki statükonun korunmasını tercih ediyordu. Bu sebeple Kıbrıs Rumlarının sömürgeciliğe karşı kendi kaderlerini tayin etme isteğiyle katıldıkları konferans ancak hayal kırıklığına uğradıkları diplomatik bir çaba oldu.

1955 yılında, Dr. Fazıl Küçük’ün liderliğinde, adıyla dikkat çeken “Kıbrıs Türktür Partisi”ni organize etmesine Britanya’nın egemenliği altında olduğu bir dönemde Rum partileri yasakken izin verildi. Bu sırada, Harold Macmillan’ın sponsorluğunda Londra’da düzenlenen Kıbrıs konferansında Türk Dışişleri Bakanı Fatin Zorlu, adanın Türkiye’ye dönmesi gerektiğini ısrarla savundu. Ancak konferansta Macmillan, “Biz öz yönetim ilkesini evrensel bir uygulama olarak kabul etmiyoruz.” şeklinde açıklama yaparak Zorlu’ya karşılık verdi[20].

1955 yılında kurulan Kıbrıs Türkleri terör örgütü Volkan, birçok sivil saldırı düzenledi. Ancak örgüt üyelerinin çoğu Britanya tarafından yargılanmadı veya cezalandırılmadı. Bu süreçte Yunan Kıbrıs EOKA taraftarları ise idam edildi veya yargılandı. Britanya, EOKA’ya karşı savaşmak için Türkleri eğitti ve polis teşkilatında daha fazla Türk kullanımını sağladı. Bu yapılar daha sonra TMT adını alacak Türk Savunma Kuvveti ile ilişkiliydi[21].

1956 yılında, Alan Lennox-Boyd’un İngiliz Parlamentosu’na yaptığı konuşmada, Kıbrıs Rumlarının Yunanistan’a birleşme talebine, sadece Türklerin katılacağı İngiliz destekli bir plebisit önerildi. Kıbrıs Türkleri Türkiye’ye katılmayı oyladığında adanın bölüneceği ilan edildi. Bu süreçte Dr. Küçük adanın 35. paralel boyunca bölünmesini talep etti ve Britanya’nın bu talebi destekleme çabaları açık bir şekilde görülmekteydi[22].

6-7 Eylül 1955

1955 Eylül’ünde Londra konferansının sonunda, İstanbul ve İzmir’de büyük çaplı bir anti-Rum pogromu gerçekleşti. Bu olaylar, Selanik’teki Türk konsolosluğunda meydana gelen bir dinamit patlaması yalan haberinin ardından ortaya çıktı. Noel Barber gibi dönemin önde gelen İngiliz gazetecileri, bu olayların örgütlü bir şekilde gerçekleştiğini belirtti. Ermeni ve Yahudiler de dahil olmak üzere Rumlar saldırıya uğradı ve milyonlarca dolarlık zarara yol açtı. Daha sonra; Yassıada Duruşmaları’nda Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Zorlu, İngiliz hükümetini Türk inatçılığı konusunda etkilemek için olayları kışkırtmakla suçlandı ve mahkum edildi[23].

Bu olaylar, Rumlar için büyük bir travma yarattı ve Türkiye’ye karşı olan güvensizliklerini artırdı. Kıbrıs’ta Enosis arayışları bu dönemde daha da güçlendi, çünkü İstanbul’daki Rum topluluğuna yapılan saldırılar, adadaki Rumların da benzer bir tehlike altında olduğunu düşündürmüştü. 6-7 Eylül Olayları, İstanbul’da yaşayan Rum topluluğunun maruz kaldığı en acı olaylardan biri olarak hafızalarda yer etti ve Kıbrıs’ta Enosis hareketine olan desteği artırdı.

2. Londra Konferansı

İkinci Londra Konferansı, 1959 yılında düzenlendi ve Zürih ve Londra Anlaşmaları’nın imzalanmasıyla sonuçlandı. Bu anlaşmalar, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını ilan etmesi ve 1960 yılında bağımsız bir devlet olarak tanınmasıyla sonuçlandı ve yeni kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasasını belirledi. Anayasaya göre, Kıbrıs Cumhuriyeti, iki toplumlu bir yapıdaydı ve her iki toplumun da temsil edildiği bir hükümet sistemi oluşturuldu.

Bu anlaşmalar Enosis hedefinden bir sapma olarak görülmüş olsa da, bağımsız bir Kıbrıs devleti kurma yolunda önemli bir adım olarak değerlendirildi. Başpiskopos Makarios’un liderliğinde kurulan bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti, Rumlar için Enosis’in gerçekleşmediği, ancak kendi kaderlerini tayin edebilecekleri bir devletin başlangıcı oldu.

1960 yılında Londra-Zürih anlaşmaları olarak bilinen belgelerle Kıbrıs Anayasası ve Garanti Antlaşması oluşturuldu. Bu anlaşmalar, Londra, Atina ve Ankara’daki muhafazakar hükümetler tarafından tasarlanmıştı. Kıbrıslılara sonuçlar sunuldu ve kabul etmezlerse bölünmeyle karşı karşıya kalacakları söylendi. Anayasa, vatandaşlık kategorileri oluşturmayı sürdürdü ve Türk ve Rum seçmenler arasında ayrım yapılmasını sağladı. Polis ve memuriyet görevleri arasında yüzde yetmiş Rum ve otuz Türk oranı belirlendi. Bu anayasal düzenleme, adanın içindeki gerginlikleri derinleştirdi ve dış müdahalelere zemin hazırladı. Özellikle Britanya’nın politikaları, kanlı olaylara ve huzursuzluğa neden oldu. Sonuç olarak, Kıbrıs’ın bağımsızlığı geç gelmiş ve zorlu şartlar altında elde edilmişti[24].

15 Temmuz 1974 Sampson Darbesi

1972 yılının sonuna gelindiğinde, Başpiskopos Makarios ile Washington, Atina, Ankara ve daha az ölçüde Londra arasında gergin ilişkiler vardı. Makarios, Moskova’yı ziyaret etmiş olması ve hem Kıbrıs’ta hem de uluslararası alanda kazandığı karizma ve saygınlık sayesinde önemli ölçüde Sovyet faktörüne güveniyordu. Yunan askeri cuntası ise Papadopoulos ile Askeri Polis Şefi Ioannidis arasındaki dış politika farklılıkları nedeniyle giderek istikrarsızlaşıyordu. Ioannidis, junta içinde önemli bir etkiye sahipti. 1974 yazında Türklerin Kıbrıs’a iki aşamalı olarak gerçekleştirdikleri işgali, on yıllık planlamaların sonucuydu ve başlangıçta 1964’te ‘Ball/Acheson’ planı olarak önerilen çift enosis planının gizli iş birliğiyle Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından destekleniyordu, İngiliz hükümeti sadece Kıbrıs’taki egemen toprak bütünlüğünü sağlamak istiyordu. Türkiye’nin bu işgali cezasızca gerçekleştirmesini sağlayan iklimin temel bileşenleri, Ioannidis’in kendisiydi; Watergate skandalı nedeniyle ABD dış politika formülasyonu ve uygulamasındaki karmaşa ve önemli ölçüde İsrail faktörüydü. Bu bileşenler, istikrarsız bir Yunan siyasetini lanetleyen ölümcül bir kokteyle birleşti.

Sovyetler Birliği’nin İsrail’in düşmanlarını silahlandırması ve bağımsız Malta lideri Dom Mintoff’un İngiliz üslerini kaldırma çabaları, Amerika’nın İsrail’in güvenliği konusundaki endişelerini artırdı. Cunta, Amerikan savunma stratejisine uyum sağlamış, 1973’te Altıncı Filo için liman anlaşması imzalamıştı. Yunanistan, İsrail’i tanımamaya devam ederken, Mısır’ın İsrail’e saldırısı sırasında Amerika, Elefsina Hava Üssü’nden malzeme taşıma izni istedi ancak reddedildi. Kissinger, Kıbrıs’ı İsrail’in savunması için stratejik olarak önemli hale getirmeye çalıştı ve ABD dostu bir hükümetin kurulmasını destekledi.

Watergate skandalı, 1973’te patlak verdi ve ABD yönetimini giderek felç etti, sadece Ioannidis’in ilham verdiği darbeden bir hafta önce, Türkiye’nin işgale neden olacak şekilde Kıbrıs’ta darbe yaptı. İşgal öncesinde dönem, Kissinger ve CIA’nın, Ioannidis’in Junta’yı ele geçirmesinde ve Kıbrıs’taki darbede nasıl bir rol oynadıklarına dair belirsizliklerle doluydu. Alman ve İngiliz diplomatların 1971’den beri Kissinger’ın dış politika yürütme tarzından endişe duyuyorlardı. Washington’daki gelişmeler giderek karışık hale gelirken, Kissinger kritik dış politika sorularında tek başına bir bando haline geliyordu. Önemli olan, 1973’te dışişleri bakanı olarak göreve başladığında ulusal güvenlik danışmanı görevini de sürdürmeye karar verdiği ve böylece CIA’nın gizli eylemlerini onaylayan ‘Kırk Komitesi’ başkanlığını sürdürdüğüydü. Pattakos’a göre, Ioannidis’in Makarios’u devirmesi için darbe yapmasını teşvik eden Kissinger’dı. Neyse ki, dış politikada her şey yüzeyde tatmin ediciydi ve ABD hükümeti resmen cunta yönetiminin demokrasiye dönmesini teşvik ederken, taktikler genellikle cunta lehineydi. Eski başbakan Karamanlis, Paris’te sürgünde, ABD’nin Yunanistan’a yönelik dış politikasını, ABD politikasındaki karışıklığına atıfta bulunarak bir mektupta şöyle tanımladı:‘Yunanistan’a yönelik bir Amerikan politikası var mı bilmiyorum; ancak varsa, ülkemizin boğulma tehlikesi altında olduğu kafa karıştırıcı derecede tutarsızdır.’[25]

15 Temmuz 1974 tarihinde, Kıbrıs’ta EOKA-B tarafından gerçekleştirilen darbe ile Makarios devrildi ve yerine Nikos Sampson getirildi. Sampson’un darbesi, Enosis’i gerçekleştirmek amacıyla yapılmış bir hareketti ve Kıbrıs’ta ciddi bir siyasi krize yol açtı.

Bu darbe Kıbrıs’ın iç işlerine yapılan bir müdahale olarak görülmüş ve adadaki barışı tehlikeye atmıştı. Makarios’un devrilmesi, sadece Kıbrıs Türklerini değil, aynı zamanda Kıbrıs Rum toplumunu da derinden sarsmış ve bölünmüşlüğü artırmıştır. Darbe sonrası dönemde, adada büyük bir kaos yaşandı ve bu durum, Türkiye’nin işgaline zemin hazırladı.

Darbeyle başlayan Kıbrıs krizi, sıklıkla “Rum trajedisi” metaforuyla anlatılan olaylar arasına girmiştir.Darbenin başlangıcından itibaren, özellikle Kıbrıs Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na yapılan saldırılarla birlikte, trajik sonuçların kaçınılmaz olduğu anlaşılmıştır. Ancak darbenin getirdiği sonuçlar, darbecilerin amaçladığından farklı olmuştur. Darbenin planlayıcıları, Makarios’u öldürmeyi ve onun cesedini Türkiye ve ABD’ye jest olarak sunmayı planlamışlardır. Ancak darbenin yürütücüleri, başarısız olmuş ve planlarının kontrolden çıktığı anlaşılmıştır. Darbecilerin hedefi olan Makarios’un ölmemesi ve kaçması, junta’nın bir sonraki adıma geçmesini engellemiştir.

İkinci hata, junta’nın Nicos Sampson’u Cumhurbaşkanı olarak ataması olmuştur. Sampson, şiddet eğilimli biri olarak bilinmektedir. Bu durum, uluslararası alanda da Sampson’un tanınmasını zorlaştırmıştır. Darbenin arkasındaki Yunan junta’nın sorumluluğunu reddeden Kissinger, Türkiye’nin tek taraflı müdahalesine zemin hazırlamıştır. Batılı demokrasilerin junta’yı izole etme çabaları olmamıştır ve bu durum Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini haklı göstermeye hizmet etmiştir. Darbenin ikinci aşaması, Makarios’un Kıbrıslı Rum ve Türkler arasında barışçıl bir uzlaşı sağlama girişimleriyle çatışmıştır. Ancak junta’nın enosis politikası ve Kıbrıslı Türkleri dikkate almaması, krizin büyümesine neden olmuştur. Bu süreçte, uluslararası aktörlerin rolü önem kazanmış ve Kıbrıs krizi, başkentler arası diplomatik çekişmelerle şekillenmiştir[26]

İşgal

Türkiye, Kıbrıs’taki Türk azınlığını koruma gerekçesiyle 20 Temmuz 1974’te adaya askeri müdahalede bulundu. Bu müdahale, Kıbrıs Barış Harekatı olarak adlandırılsa da, aslında olan işgaldi. 20 Temmuz 1974 tarihinde gerçekleştirilen harekat, adanın kuzey kesimlerinde yoğunlaştı ve Kıbrıs Türkleri için bir güvenlik sağlayıcı olarak lanse edildi. Ancak, bu harekat, toprak kaybı ve büyük bir insani krizin başlangıcı oldu. Binlerce Rum, evlerini terk etmek zorunda kaldı ve büyük bir mülteci dalgası oluştu.

Amerika Birleşik Devletleri, Sampson rejimini kınamayı reddettiğinde Türkiye’nin müdahalesi için argümanlarını güçlendirdi. Türkiye Başbakanı Ecevit, 17 Temmuz’da Londra’ya uçtu ve Sampson’un istifasını sağlamak için Kıbrıs’a sembolik bir güç indirme önerisinde bulundu. Ayrıca, Akrotiri’deki İngiliz üssünü kullanma talebinde bulundu, ancak nazikçe geri çevrildi. Kissinger’ın zaman kazandırmak için oyalama taktikleri devam etti ve Sisco’nun atanmasıyla Ankara ve Atina arasında önemli bir çatışmayı önlemeye çalıştı. 20 Temmuz’da Türkiye’nin anayasayı yeniden tesis etmek amacıyla görünüşte Kıbrıs’a müdahalesi başladı, köprübaşı oluşturdu ve ardından yavaşça ilerleyen bir işgal başlattı. BM tarafından kabul edilen ateşkes zamanına kadar Türk silahlı kuvvetleri Girne, Lefkoşa’nın bir kısmı ve bazı çevre bölgeleri ele geçirmişti. Amerika, o dönemde Yunanistan ve Türkiye arasında tam ölçekli bir savaşın çıkmasını Sovyet çıkarlarına hizmet edecek şekilde doğal olarak önlemek istedi; ancak aynı zamanda Kissinger, Türklerin ateşkes sonrası Kıbrıs’taki pozisyonlarını sağlamlaştırmalarını ve takip eden görüşmelerde daha fazla toprak ele geçirmeye hazırlanmalarını istedi.

Bu süreçte, Türkiye’nin müdahalesi birçok kişi için sürpriz oldu. Kissinger faktörü, Bonanos’un anlaşılan saldırıları durdurmasına neden oldu. Kissinger’ın elçisi Sisco, 20 Temmuz’da Atina’ya geldiğinde, cunta üyeleriyle görüşmeye çalıştı ancak geri çevrildi. Ancak en azından Bonanos ve Arapakis’i bulup görebildi. Pattakos’a göre, Sisco’nun Bonanos’a saldırıları durdurması için söz vermesi karşılığında ‘Türkleri Türkiye’ye geri dönmeye zorlayacağı’ vaadi duyuldu. Bulgaristan tehdidi konusunda ise Yunan istihbarat başkanı Stathopoulos, bu bilgiyi ‘Anglo-Amerikan kaynaklardan’ aldığını iddia etti.

Tüm bu diplomatik çifte standartlar ve Yunan askeri ceza kanunu ihlalleri arkasındaki gizli entrikalar ne olursa olsun, Ioannidis’in amacına hizmet ettiği ve güvenilirliğinin eksik olduğu açıktı. Cunta çöktü ve eski başbakan Karamanlis, Paris’ten dönerek başbakan olarak yemin etti. Aynı zamanda, Sampson istifa etti ve yerine Clerides geçti.

ABD’nin (Kissinger) tutumu, Makarios’u tanımaya gecikmeyi denemek oldu. Makarios’un 22 Temmuz’da Washington’a gelmesi planlanmıştı- Senatör Fulbright’ın daveti üzerine. Sampson henüz istifa etmediği için, Dışişleri Bakanlığı onu sadece ‘başpiskopos’ olarak tanımlamayı düşünüyordu. Ancak 22’sinde, Kissinger resmi kapasitesinde onu kabul etmek zorunda kaldı, bu da onu üzdü.

Kissinger’ın, Türk işgalini önlemek için fırsatı vardı. 17 Temmuz’da Elias Demetracopoulos, Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Fulbright’ı ziyaret etmiş ve Altıncı Filo’yu Kıbrıs’a dostane bir ziyaret için göndermenin Türklerin işgal riskini önleyeceğini önermişti. Fulbright, fikri o kadar etkileyici buldu ki Kissinger’a önerdi, ancak Yunan işlerine karışıyor gibi görünmemek için herhangi bir şey yapmayı reddetti[27].

İkinci bir harekat dalgası 14 Ağustos 1974 tarihinde gerçekleştirildi ve bu harekat sonucunda adanın %37’si Türkiye Cumhuriyeti’nin kontrolüne geçti. Bu olaylar, Rum toplumu için büyük bir trajedi ve adanın kalıcı olarak bölünmesinin başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Adanın kuzeyinde kurulan de facto Türk devleti, Kıbrıs’ın birleşme umutlarını uzun süreli olarak yok etmiştir.

1974 istilası öncesinde Sovyet politikasıyla ilgili çok spekülasyon yapıldı, ancak eski Sovyet arşivlerinin tam olarak açılmamış olması nedeniyle, Sovyetler Birliği’nin tutumunu kesin bir şekilde belirtmek kolay değildir. Bununla birlikte, BM Güvenlik Konseyi’nin 16 ve 17 Ağustos 1974’teki toplantısında, Sovyet delegesi, Kıbrıs Devleti’ni ortadan kaldırmaya ve adayı bir askeri üsse dönüştürmeye çalışan Yunan cuntasını, ABD’yi ve ‘bazı NATO çevrelerini’ suçlarken, Türkiye’yi eleştirmemişti. Bu tabii ki NATO’yu rahatsız etmek için Türkiye ile ilişkilerini iyileştirme politikasının bir parçası olarak mantıklıydı. Gerçekten de SSCB, istilanın hemen ardından ateşkes çağrısında bulunan BM Güvenlik Konseyi kararını geciktirdi, Ecevit ise Sovyetler Birliği’nin tarafsız ve yapıcı olmaya çalıştığını belirtti.

İlginç bir şekilde, SSCB, dış etkilere karşı bağımsız, tarafsız bir Kıbrıs lehindeydi ve bu nedenle Makarios’u destekliyordu, ancak Atina Cuntası ile iyi ilişkilere sahipti. Ekonomikos Tachidromos’un eski editörü ve şu anda Avrupa Parlamentosu üyesi olan Yiannis Marinos’a göre, SSCB’nin Cunta’yı desteklediğini iddia ediyor, hatta Doğu Almanya’nın dergisine reklam vermemesine neden olan eleştirileri. SSCB, diğer süper güç olarak, uluslararası işlerdeki etkisini korumak için daha küçük güçlerle iyi ilişkiler sürdürmek zorundaydı. Muhtemelen Papadopulos’un Bulgarlar ve Yugoslavlarla yakınlaşmasını destekledi ve ABD’nin istiladan sonra uyguladığı ambargoya rağmen Türkiye’ye silah satmak istedi. Kissinger, ayrıca Sovyetlerin Türkiye’ye istilayı yapması için talimat verdiğini iddia etti, bu iddiaya bir yazarın kuşkusuyla baksa da. Ancak belki de Kissinger’ın iddiası göründüğü kadar saçma değildir: SSCB, enosis’i desteklemedi çünkü bu, NATO’nun güney cephesini güçlendirecek ve Kıbrıs’ı bağımsız, tarafsız bir devlet olarak sona erdirecekti. Türkiye’nin Sampson darbesine izin vererek, Makarios’tan kurtulmasına ve ardından Cunta ile bir anlaşmaya varmasına izin verme olasılığı üzerinde düşündüğünde, etrafında Kıbrıs, Yunanistan ve Türkiye etrafında kazanımlar elde etmeye devam edecek bir işgale izin vermek, etkisini sürdürmenin bir yolu olarak kabul edildi. Bu anlamda, farklı nedenlerle olsa da, Kissinger’ın ve Moskova’nın amaçları şans eseri olarak çakışmış olabilir. Kissinger son zamanlarda Kıbrıs sorununun 1974’te çözüldüğünü yazdı. Bu ürkütücü itiraf, belki de eylemleri hakkında gerçeği kabul etme zayıf bir girişimi olarak kabul edilebilir[28].

CHP ve Kıbrıs İşgali

Cumhuriyetin kurucu partisi CHP başından itibaren uygulanan tüm devlet politikalarının uygulayıcısı ve savunucusuydu. Soykırımlar ve soykırıma uğratılan ulusların zenginlikleriyle kurulan cumhuriyetin kadroları bu kez asimilasyon politikalarıyla yok edilmek istenen diğer inanç ve kimliklere yöneleceklerdi. Varlığını sürdürebilmek için baskı ve şiddetten başka yöntem bilmeyen bütün hükümetler gibi 1974’teki hükümet de Kıbrıs’ın işgalini bir barış hareketi olarak adlandırarak meşrulaştıracaktı.

Bir başka ülkenin topraklarına silah zoruyla el koymak, orada katliamlar, işkence ve zulüm yapmak adeta bir devlet geleneği idi. Kore’de, Afganistan’da, birçok Afrika ülkesinde, Irak ve Suriye’deki askeri varlığı da bu geleneğin bir parçasıydı aslında.

Ama zaten kuruluş sırasında Pontos, Lazistan, Batı Ermenistan ve Kürdistan topraklarında işgalci konumundaydı Cumhuriyet ordusu. Dolayısıyla bu coğrafyalarda izlenen politikalar da işgalci politikalardı.

Kıbrıs işgali sırasında iktidarda CHP’nin olması ve Ecevit’in başbakanlığı da tesadüf değildir elbette. Aynı politikalar Kıbrıs’ta da hayata geçirilecek, işgale meşruluk sağlamak için Rumların adada Türklere zulm uyguladıklarından bahsedilecek, barış için orada olunduğu propaganda edilecektir.

Para Aklama

Off share bankaların açılmasıyla Kuzey Kıbrıs’a para akını oldu. Bundan doğru da ada Türkiye’nin para aklama, kadın ticareti, uyuşturucu merkezi haline geldi. Buradaki birçok tanınmış otel insan kaçakçılığı ve fuhuş suçları işlemekte, Türkiye’den gelen birçok tanınmış isim de buralarda ağırlanmaktadır. Fezile Osum’un Yeni Yaşam Gazetesi’ne (2021) verdiği röportajda bu suç çemberinden bahsetmiştir:  …Eğlence sektörü, gazinoların işletilmesi de dahil hepsi bir ‘puzzle’ın, bu düzenin parçası. Kıbrıs kadın ticareti, uyuşturucu, kara para aklama gibi suçların merkezi haline getirildi. Mesela gazeteci Kutlu Adalı 90’larda tam da bu kara para aklama, uyuşturucu ve insan ticaretini ortaya koyduğu için katledildi. Türkiye burayı arka bahçesi yapmaya 90’larda başladı. Dolayısıyla şu anda da devam ediyor. K. Kıbrıs’taki Türkiye Türkiye destekli suç örgütlerinin bazılarına bakacak olursak: Sarallar Grubu, lider Özgür Saral. Sarallar, infaz edilen Kıbrıslı sanal bahis patronu ve Halil Falyalı’ya güvenlik hizmeti de veriyordu. Örgüt AKP-MHP hükümetinde içişleri bakanlığının el değiştirmesi sonrası başlayan operasyonlarda ” çökertildi ” . (Kasım 2023)

Türkiye havuz medyasında da geniş yer bulan Polat ailesi soruşturması da Kuzey Kıbrıs’a dayanmakta. Yasa dışı bahis paraları belirli bir limite ulaştıktan sonra Kıbrıs, Gürcistan ve Karadağ’a dağıtılarak buradaki paravan şirketlerde aklandığı dava sürecinde tanık ifadeleriyle belirtilmişti.

Avustralya merkezli Comanchero suç örgütü lideri Buddle da K. Kıbrıs’ta yakalandı. Buddle, organize suç örgütü üyeliği, yasadışı silah bulundurma ve kara para aklama suçlarından İnterpol tarafından aranıyordu. Belirtilen suçlardan elde ettiği paraları adaya getirip burada akladığı ispatlanmıştı. Konuyla ilgili eski milletvekili adayı (Ulusal Birlik Partisi) Bulut Akcan da gözaltına alındı. Akcan’ın avukatı mahkemede, Buddle’ ‘KKTC’ yetkilileri tarafından yasal olarak oturma izni verildiği ve güvenlik soruşturmasından geçtiğini belirtti. Bu sebeple müvekkilinin zanlıyla iş yapmasında yasa dışı bir taraf yoktu. Yani suç şebekesi KKTC yetkilileri eliyle yasal olarak iş yapıyordu.                                                                                Ada verilen örnekler dışında Türkiye ve uluslararası birçok suç şebekesinin arka bahçesi haline gelmiş durumda ve işlenen suçlara herhangi bir yaptırım yok denecek kadar az. ABD’nin her yıl yayınladığı insan ticareti raporunun 2022 yılına ait olanına bakacak olursak, Kuzey Kıbrıs insan ticaretinde en kötü kademeye getirildi (Afganistan, İran, Suriye, Kuzey Kore gibi ülkelerle) ancak ABD K. Kıbrıs’ı tanımadığı için listeye almayarak 3. sınıf olarak belirtileceğini açıkladı. Rapora göre adada 28 gece kulübü bulunuyor ve buralarda 617 kadın çalıştırılıp insan ticareti suçu sıklıkla işleniyor. Bunların hepsi verilerle tespit edilmiş suçlar olasına rağmen tek bir insan taciri hüküm giymiş değil. Ayrıca öğrencilerin eğitim ve iş vaatleriyle adaya getirilip çeşitli kriminal gruplarca seks ve emek ticaretine zorlandığı da belirtildi.

50 Yıllık İşgal

Ama aradan 50 yıl geçmesine rağmen adaya barış getirmek için gittiğini iddia eden Türkiye oradaki işgalci varlığını sürdürüyor. Üstelik hakkını korumak istediğini iddia ettiği Kıbrıslı Türklerin adayı terk etmelerini istemelerine rağmen.

Kıbrıs Cumhuriyeti 1960 yılından itibaren bağımsız bir devlettir ancak kuzeyi 50 yıldır işgal altındadır. Bu işgal resmiyette uluslararası hiçbir devlet kurum ve organizasyon tarafından tanınmasa da devam ediyor. Başta Amerika, İngiltere ve batılı devletlerin iki yüzlü politikaları ve Türkiye Cumhuriyeti ile kurdukları ilişkiler gereği bu dünyanın orta yerindeki bu hukuksuzluk tarihi bir utanç tablosudur.

Rus askerlerinin Ukranya’ya girdiği ilk günden itibaren Rusya’ya yönelik uygulanan ambargo gibi, göstermelik de olsa 1974’ten 1983’e kadar Türkiye’ye karşı bir ambargo sürdürülmüştür. Sonrasında ise işgal fiili olarak meşrulaşmıştır.

Aradan geçen 50 yıl sonrası bugün CHP kadroları, iktidardaki AKP ve MHP hükümeti temsilcileri ile birlikte 20 Temmuz’da işgal altındaki Kıbrıs topraklarında kutlama ve törenlere gidiyorlar.

İşgalciliklerini, işgal sırasında canlarını aldıkları, topraklarına el koydukları halklara bir kez daha gösterecekler. Övünecekler yaptıklarıyla.


[1] Eric Solsten (Derleyen), Cyprus, a Country Study, Washington, D.C.; GPO for the Library of Congress, 1993, s. 5

[2] Kıbrıs Tarihi, Yakın Doğu Üniversitesi

[3] H.D. Purcell, Cyprus, New York; Frederick A. Praeger, 1969, s. 78-79

[4] H.D. Purcell, Cyprus, New York; Frederick A. Praeger, 1969, s. 89

[5] The World Book Encyclopedia, s. 1207

[6] Eric Solsten (Derleyen), Cyprus, a Country Study, Washington, D.C.; GPO for the Library of Congress, 1993, s. 12-13-16

[7] Mallinson, William (2005). Cyprus: A Modern History. I. B. Tauris. p. 81.

[8] Hasgüler, Mehmet. Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim Politikalarının Sonu; 37. sayfa, Alfa Yayınları, Şubat 2007

[9] Kızılyürek, Niyazi, Milliyetçilik Kıskacında Kıbrıs, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s.75.

[10] Richter, A. Heinz. A Concise History of Modern Cyprus 1878-2009, Pelus, 2010, Berlin, s.28.

[11] Adams, Thomas, AKEL: The Communist Party of Cyprus, Hoover Institution Press, California, 1971, s.17.

[12] AKEL, The Party Of The Working People, Edited by CC of AKEL. Nicosia, 1984, s.38.

[13] An Ahmet, Kıbrıs Türk Toplumunda Kıbrıslılık: Engeller ve Gerekli Koşullar, 2005, s.5.

[14] Attalides, A. Michale, Cyprus, Nationalizm and International Politics, Möhnesee: Bibliopolis, 2003, s.109.

[15] Panteli, Stavros, A New History of Cyprus, East-West Publications, London, 1984, s.235.

[16] Druşotis, Makarios, EOKA: Karanlık Yön, Galeri Kültür Yayınları, Lefkoşa, 2005, s.47.

[17] Mallinson Willian, Cyprus: A Modern History, s. 19.

[18] Mallinson, s. 20.

[19] Mallinson, s. 32 vd.

[20] Hitchens Christopher, Hostage to History, Toronto, 1989, s. 45.

[21] Hitchens, s. 46.

[22] Hitchens, s. 46.

[23] Hitchens, s. 46.

[24] Hitchens, s. 49.

[25] Mallinson, s. 75 vd.

[26] Hitchens, s. 82 vd.

[27] Mallinson, s. 80 vd.

[28] Mallinson, s. 84 vd.

Kaynak

BMCHPingiltereİşgalKıbrısOsmanlıTürkiye
Comments (0)
Add Comment